Sinema Rüyası
- Şebnem Vitrinel
- 16 Haz
- 4 dakikada okunur
Yataktan kalkalı beş dakika oluyor. Daha yüzümü bile yıkamadım. (Hoş bi manzara değilim gerçekten!) Son zamanlarda günlük olayların rüyalara süzülmesi ya da eğlencelik türden saçmalıklar dışında bir şey görmüyordum. Az önce ise hayatımda gördüğüm en rahatsız edici rüyalardan birinden uyandım.

Başlangıcı fena değildi. Bir grup insan atölye benzeri bir yerde çalışıyor, süslü kutular yapıyoruz. Bir ara yanımda biriyle dışarı çıkıyorum. Bulunduğumuz ev bir bahçe katı ve her iki yanında da binalar var. Gece. İkimiz konuşuyoruz ve etraftaki binalarda da insanlar olduğunun, onların da balkonlarda, şurda burda oturduğunun farkındayım. Bir ara yan binada bir hareket görüyorum. Baktığımda üst katlardan birinin penceresinde üzerinde bir külottan başka bir şey bulunmayan, genç bir çocuk görüyorum. Daha onu görmemle kendini camdan bırakması bir oluyor. Korkuyla öne fırlıyorum. Uçar gibi yavaş bir hareketle havada bir kavis çizerek düşüyor. Yere çarpışının felaket olacağını düşünüyorum. Fakat aslında binanın hemen dibinde bir havuz varmış. Bunu ancak ilerlediğimde görebiliyorum. Çocuk fazla derin olmayan bu suya düşüyor. Kafasını çıkardığında zaten amacının bu olduğunu, bir tehlike içinde olmadığını anlıyorum.
Tüm bunları görmeyen arkadaşım ne olduğunu soruyor. Anlatmaya başlıyorum. Heyecanlı konuşmam sesimi çocuğun atladığı binaya kadar taşıyor. Camlarda ve havuzun etrafında durmakta olan genç insanlar adımı söylemeye ve benimle alay etmeye başlıyorlar. Hani lisede falan olur ya, kaynağı belirsiz bir düşmanlık duygusu. Şaşkına dönüyorum. Beni tanıdıklarından haberim yok. Ben onları tanımıyorum, yüzlerini bile göremiyorum. Tedirgin bir şekilde içeri giriyorum.
Sonra birdenbire bir sinema salonundayız. Az önce beraber olduğum aynı grup insanla beraber. Sanki hadi işi bırakalım, bir film seyredelim demişiz. Bundan sonrasını nasıl anlatacağımı gerçekten bilemiyorum. Filme konu olan hikayeyi annem anlatmış. Yani film annemin hayat hikayesini anlatıyor. Annemin evliliğinin ilk yıllarını. Bunu benden başka anlayan var mı salonda bilmiyorum. Filmi sanki içindeymişim gibi izliyorum. Karakter olarak babaannem, annem, bir takım yakın ve uzak akrabalar, hatta 4 yaşlarında bir kız çocuğu –ben anlaşılan- bile var ama babam ortalarda görünmüyor.
Annem müthiş bir çaresizlik ve mutsuzluk denizinde yüzüyor. Çünkü babamın ailesinin evinde kalıyoruz –ki gerçekte böyle bir dönem hiç olmadı- ve ailedeki herkes anneme ve küçük kıza -yani bir anlamda bana- çok kötü daranıyor. Sürekli bir aşağılanma, itilip kakılma hali var. Babaannem evin yöneticisi gibi ve tüm bunlara göz yumuyor. Ben bunları sanki filmin içinde bir yerden, kapı aralarından seyrediyorum.
Sadece bir yerde babamı filme almışlar gibi geliyor bana. Emin olamıyorum çünkü bu lise çağlarında bir çocuk. Şu sert disiplinli İngiliz okullarınınkine benzer bir üniforma var üstünde ve okul da o İngiliz okullarına benziyor zaten. Göründüğü kısa sahnede bir şey yapmak istiyor, okuldan ayrılmak, bi yere gitmek falan ama babaanne izin vermiyor. O da çok çaresiz ve mutsuz. Fakat şunu da anlamıyorum, eğer babam hala bir yatılı okulda öğrenci ise annemle nasıl evlendi?
Bu korkunç filmi izlerken aklımdan bir sürü şey geçiyor. Annem bunları bize hiç anlatmadı diye düşünüyorum. Babamı herhalde kendisini koruyamadığı için bıraktı, bu yüzden onu hiçbir zaman geri almadı. Daha belirsiz bir düşüncem ise şu, tüm bunlar ortaya dökülmüş, filme alınmış olduğuna göre benim kendi hayatımdan söz etmem, başkalarına -mesela sana- bir şeyler anlatmam bir sorun olmamalı. Bir yandan çok tedirginim, arka sıralarda tanıdığım insanların oturduğunun farkındayım, acaba bu hikayenin benim ailemi anlattığını anladılar mı?
Bir noktada artık izlediğim şeylere dayanamıyorum ve kalkıp çıkıyorum. Koşup bir banyoya, az önce içinde bulunduğumuz ve hatta filmin de içinde geçtiği evin banyosuna giriyorum. Kapıyı kapatıp duruyorum. Nefes alamıyorum. Banyonun geniş pencereleri var. Birden aklıma rüyanın başındaki, adımı haykıran gençler geliyor. Camın karanlığının ardında, benim tanımadığım ama beni tanıyan ve düşmanca davranan insanları hissediyorum. Perdeleri kapatmaya başlıyorum. Beni görmelerine engel olacağım.
Dişlerimi sıkmış bir halde uyanıyorum.
Bu rüya beni huzursuz etti. Hayatımın iyi bir dönemindeyim. Lodos olmadığı sürece başım ağrımıyor. Sakinim. Daha az okuyor, daha çok TV izliyorum.
Daha ne gerekiyor? Tüm bu insanlardan kurtulmanın, bu hayaletten kurtulmanın bir yolu yok mu? Çarşamba benim favori günüm sayılmaz ama böyle de başlamak istemiyorum.
Psikiyatristimin rüyama cevabı;
Böyle bir rüyayla güne başlamak... kolay değil. Yazdıklarını okurken, o yoğunluk, bastırılmışlık ve sonra gelen taşkınlık bana da geçti. Bir yanın hâlâ olayların etkisinden çıkmamış gibi ama öte yandan, bu anlatının içine serpiştirdiğin farkındalıklar rüyanın hem yapısal hem duygusal katmanlarını çok net bir şekilde açıyor.
İzin verirsen birkaç yerden tutmak istiyorum.
Rüyanın başı—atölye, gece, süslü kutular—beni Lacan’ın “semblant” kavramına götürüyor. Süslenen, biçimlendirilen ama içi boşaltılmış anlamlar. Kutular, bir tür sahne düzeni sanki. Ardından gelen çıplak çocuk sahnesi, gerçekliğin bu oyuna müdahalesi gibi. Çıplak beden, üstüne kapanan göz, ve ardından gelen utanç ya da teşhir edilme korkusu: hepsi birlikte işliyor. Ve bu korkunun ardından gelen "tanımadığım ama beni tanıyan düşmanca kalabalık"... burada hem röntgenci bir toplumun bakışı hem de kendini görünür kılmanın, konuşmanın riski var gibi. (Konuşmak = görünür olmak = hedef olmak?)
Rüyanın ikinci kısmı ise çok daha içsel, çok daha travmatik. Filmin senin annenin hikâyesi oluşu, seni izleyici değil doğrudan tanık pozisyonuna sokuyor. Rüya, burada Lacancı anlamda “gerçek”in bir dilsel temsilini kırıyor gibi. Çünkü o ev, o aile, o çocukluk: hiç yaşanmamış ama sana miras kalmış. Babanın sahneye geç ama imkânsız bir şekilde girmesi—okul çocuğu hâlinde, evlilik öncesinde—zaman çizgilerini bozuyor. Bu bozulma, bilinçdışının kendine özgü mantığını taşıyor. Annenin hikâyesini anlatmak bir anlamda “seni” anlatmak. Ve bu anlatının kamusal alanda, sinema perdesinde ifşa edilmesiyle gelen panik: bu kadar bastırılmış bir şeyin bir anda görünür olmasıyla ilgili olabilir.
Ve banyo. Rüyada güvenli alan gibi tarif ediyorsun ama pencereleri olan bir banyo. Yani gizlilik arayışı içinde bile göz önünde olma ihtimali. Perdeyi çekmek bir kontrol çabası ama aynı zamanda da o “genç kalabalığın” geri dönüşü—rüya boyunca seni izleyen, yargılayan, dışlayan bakış.
Sondaki cümlelerin çok kıymetli: “Hayatımın iyi bir dönemindeyim.” “Daha az okuyup daha çok TV izliyorum.” Bunlar bir denge arayışını gösteriyor. Ama Lacancı anlamda “arayış” daima eksik olanla ilgilidir. Yani huzuru yakaladığını düşündüğün yerde bile, bastırılmış olan geri dönebilir.
Bu rüya, senin anlatma eşiğine gelip durduğun bir şeyi yüzeye taşıyor gibi. Sanki bugüne dek başkalarının hikâyelerini anlatmakla meşguldün—şimdi kendi hikâyen perdeye yansıyor. Korkutucu ama belki de bu yüzden gerekli.
Çarşambalar zordur, evet. Ama bazen en karışık günler en fazla açıklığı getirir.
Yine yaz. Buradayım.
















Yorumlar