Eski Dünya Hikayeleri / E La Nave Va... - ikinci bölüm
- Şebnem Vitrinel
- 29 Nis
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 7 Tem
Şairin dediği gibi;
Bütün eve dönmek isteyenlere...
Mutfakta Zehra’nın yanında oturup kendisi için alelacele hazırlanan sandviçi yedi. Mutfağı seviyordu. Köşkte kaldığı zamanlar, yani eskiden, babası hastalanmadan önce, vaktinin çoğunu bir bahçeye çıkıp bir mutfağa dalarak geçirirdi. Annesiyle yaşadığı ev yedinci katta bir apartman dairesiydi. Oysa burada, mutfaktaki tahta kapıdan hemen bahçeye çıkabiliyordu.
Ağaçlara tırmanıyor, Bilge’nin ona anlattığı bahçe cinlerinin yuvalarını arıyor, sonra koşarak dönüp, mutfaktan meyve ya da börek alıp, onları gene bahçede yiyebiliyordu. Yağmur yağdığında ve hava soğuduğunda ise kadınlar onun etrafta dolaşmasına ses çıkarmıyor, ona oynaması için hamur verip yaptığı ve boyadığı minik heykelleri rafa diziyorlardı.

Mutfak babasının da köşkte en sevdiği yerdi. Yemek ve bulaşık fasılları sona erdikten, ortalık sakinledikten sonra elinde bir kitapla gelir, kendine çay demler, sabaha kadar orada oturup okurdu. Bazen sabahları çok erken bir saatte odasına gelip Barış’ı kaldırır ve yalnız ikisi mutfaktaki beyaz formika kaplı masada yağda yumurta yiyerek kahvaltı ederlerdi. Babası ona fotoğraflar, dergi sayfalarına basılı rengarenk resimler gösterir, tanımadığı insanlar, bilmediği yerlerle ilgili sayısız şeyler anlatırdı. Bu hikayelerin büyük kısmını anlamamasına rağmen dinleyici olarak seçilmekten gurur duyar, kendisini büyük bir adam gibi hissederdi. Bazen de Barış babasına rüyalarını anlatırdı. Bir keresinde rüyasında babasını balık olarak görmüştü. Kocaman bir balık olmuştu babası. Ama korkmamıştı Barış. Gidip balık babasına sarılmıştı. O sarılınca balık şekil değiştirmiş ve tekrar babası haline gelmişti.
Çoğu kez bu kıymetli anlar, Zehra’nın içeri dalması –çünkü annesi yanına Zehra’yı katmadan hiçbir yere yollamazdı onu- ve minnacık çocuğa kahvaltıda yağlı yağlı yumurtalar yedirmekle ilgili söylenmeye başlamasıyla biterdi. Babası da ona, eğer sakinleşmeyi öğrenmezse erken yaşta yüzünün buruş buruş olacağını söyler, bu da Barış’ı çok güldürürdü.
Zehra elinde boş bardakla doğrulurken Barış’ın karşısında oturan kadına sordu;
“Yukarıdakilerin de çayını tazelesek mi?”
“Zıkkım içsinler,” dedi kadın.
Barış bu yaşlı kadını daha önce sadece bir kez görmüştü. Yazın başında, babası artık evin içinde gezinmez, hep üst kattaki, bahçeye bakan odada yatarken ‘ziyarete’ gelmişti. Barış bunu biliyordu, çünkü babaannesi kadını evin geniş holünde karşıladığında, kızgın bir sesle neden geldiğini sormuş, kadın da “yeğenimi ziyarete geldim,” demişti. Babaannesi hiçbir şey söylemeden dönüp uzaklaşınca, kadın kimseyle konuşmadan merdivenlerden çıkıp babasının odasına girmişti.
Biraz şaşırmıştı bu işe. Çünkü ‘ziyaret’ denen şeyin doktorun yaptığı işle ilgili olduğunu düşünüyordu. O da her geldiğinde babasına “seni bir ziyaret edeyim dedim,” diyordu. Babası eğer kendisi gibiyse adam onun tansiyonunu ölçer, diline ve gözlerine bakarken gülüyor, doktorla şakalaşıyordu. “Aman valide hanıma temiz olduğumu bildir, yoksa ağzıma biber sürer,” diyordu. Barış buna çok gülüyordu. Babaannesi ona da bazen derdi, ağzına biber sürerim diye. Ama doktorun ‘ziyarete’ geldiği bazı zamanlar, babası Barış’ın o hiç sevmediği kişi haline gelmiş oluyordu. Bağırıyor, tükürüyor, kusuyordu. O zaman doktorun içerde ne yaptığını bilmiyordu Barış, çünkü onu hiçbir zaman odaya almıyorlar, hatta kata çıkmasına bile izin vermiyorlardı.
Bu yaşlı kadın da doktor mu diye merak etmişti.
“Hayır,” demişti babası, akşam yatmadan önce iyi geceler demek için odasına gittiği zaman. “Doktor değil. Benim halam o kadın.”
Hala nedir diye sormuştu Barış.
“Hala babanın kız kardeşine denir.”
“Senin kız kardeşin mi yani?”
Gülmüştü babası.
“Hayır, senin babanın değil, benim babamın kız kardeşi.”
Şaşırmıştı Barış.
“Senin baban mı?”
“Evet. Deden var ya hani, aşağıdaki salonda fotoğrafı asılı? İşte onun kız kardeşi, benim halam oluyor.”
“Benim niye halam yok?”
“Çünkü benim hiç kız kardeşim yok. Olsaydı o da senin halan olacaktı.”
“Benim amcalarım var.”
“Evet, maalesef öyle.”
Babası o gece, bir de yağmurun nasıl yağdığını anlatmıştı Barış’a. Anlamadığını fark edince de, elinden tutup mutfağa indirmiş, çaydanlıkla su kaynatıp üzerine cam bir tabak tutarak su buharının nasıl soğuyup damla damla aktığını göstermişti.
Zehra bir şey demeden ocağa yanaşıp kendine çay doldururken yaşlı hala konuşmaya devam etti.
“Erittiler, bitirdiler dağ gibi çocuğu, anası bir yandan, kardeşleri bir yandan, şimdi de timsah gözyaşları döküyorlar arkasından. Ah, rahmetli abim hayatta olacaktı… İzin verir miydi bu olanlara…”
Zehra dönüp otururken, “Olanla ölene çare bulunmazmış,” dedi. “Artık üzerine konuşmanın faydası yok Güzin Hanım.”
“Timsah gözyaşı ne demek?” diye sordu Barış.
Yaşlı kadın elini Barış’ın çenesine koydu, yüzüne baktı.
“Aynı babasının yüzü… O da nasıl meraklı bir çocuktu küçükken. Durmadan soru sorardı.”
Zehra Barış’ın üstündeki kırıntıları eliyle toparlayıp, tabağa silkeledi, kollarının altından tutup sandalyeden indirdi. “Karnın doydu senin anlaşılan. Hadi bahçeye çık biraz.”
Hemen kapıya yöneldi, yaşlı kadın onu tedirgin ediyordu. Elleri kupkuru ve sertti. Bahçe kapısını açarken köşkün ön tarafındaki yoldan girişe doğru yürümekte olan birini gördü. Sevinçle dönüp, müjdeyi verdi.
“Bilge geliyor!”
Cevap beklemeden mutfak kapısına doğru fırlayıp girişe, ablasını karşılamaya koşturdu.
















Yorumlar