Kara Koncoloz Git Buradan
- Şebnem Vitrinel
- 20 Nis
- 6 dakikada okunur

Editörlüğünü Amy Spangler ve Mustafa Ziyalan’ın yaptığı “Kara İstanbul” isimli – naçizane fikrimce nefis- bir öykü seçkisi okuyorum bugünlerde. Hikâyeler, kitabın isminden icazetle ruhun ve şehrin leş kokulu sokaklarında dolaşıyor. Kitapta birkaç tane kadın yazar da var. Bayağı sert ve fütursuzlar üstelik. Yine de kendimi erkeklerin o ilkel, hoyrat dünyasında dolaştığım duygusundan alamıyorum. Zaten az sayıdaki kadın yazarlardan biri hariç diğerleri de hikayelerini erkek kahramanlar üzerinden anlatmışlar. Şehrin unuttuğu mahalleler, intikam ateşiyle kendilerini bile dehşete düşüren canilere dönüşen sıradan insanlar, bir travestiden uyarılıp paniğe kapılan maço erkekler, kendilerini öldüren kapitalistlerden intikam almak için dünyaya geri dönen devrimci hayaletler… Kitap boyunca, hiçbir parfümün üstesinden gelemeyeceğini sezdiğiniz, sidik, kan ve leş kokusu sürekli okuyucusuna eşlik ediyor.
Üç yıl önce Anadolu yakasının steril mahallerinin birinden Beyoğlu’na taşındığımda kendimi daha iyi hissetmemin sebebini düşünüyorum. O güçlü, ait olduğum yere geldim duygusu. Buranın İstanbul’un kültür merkezi oluşundan değil, entelektüelliğin bana cazibeli gelmediğini biliyorum. Beyoğlu sokaklarının içine sinmiş çiş ve çöp kokusu buraya çekiyor beni. Bu hayat anca böyle kokabilir diyorum sürekli kendime, buraya yakın olmayı daha sahici buluyorum. Üstelik daha da dürüst olursam bunun sebebinin hayatın sınıfsal ve sömürgeci örgütlenmesi değil insan ruhunun ta kendisi yüzünden olduğunu hissediyorum. Büyük ağabeylerimizden birkaç cümle geliyor aklıma: “Yanlış bir hayat doğru yaşanamaz.” Ve Bergman abimizin yedinci mühür filminden bir diyalog: “Öyle aptalsın ki anca insan ruhunu oynayabilirsin.” Hayatı tam da böyle iflah olmaz bir şekilde yanlış, ruhumu da aldığım tüm eğitimlere rağmen ilkel hissederken neden bu kitap bana erkek dünyasına dair geldi diye düşünüyorum.
Yenikapı civarında genç bir adam birahaneden çıkar. O geceyi bir kadınla süslemek istiyordur. Dünyanın en pis otelinde bir kadına içini dökmek için can atar. Bu sırada yol kenarında bir karaltı fark eder. Uzun siyah saçlı bir kadındır bu. Ama arkası dönük olduğu için ilk etapta kadının yüzünü göremez. Cebindeki parayı kontrol eder ve yanına yaklaşıp en cesur haliyle “merhaba” der. Ama kadın ona döndüğünde korkudan dizinin bağları çözülür. Çünkü karşısında bir yüz yoktur sadece derin bir karanlık vardır. “Köşeleri olmayan siyah bir deliğin içinde, akı olmayan iki siyah göz… insan gözü değil; vahşi iki organ… Saç sandığım şeylerse, ayaklarına kadar uzanan ve tüm bedenini kaplayan kapkara bir post… Ödüm kopuyor. Yavaş yavaş yaklaşıyor ayakları olmadığı için hafifçe uçuyor üzerime. Soğuk bir buhar geliyor önden. Bir de boğuk çığlık… Ağlamaklı bir inilti… Ellerimle yüzümü koruyup eğiyorum kafamı. Hızla yön değiştirip yürümeye başlıyorum.”
Hikaye aslında tam da şimdi başlıyordur. Genç adam sırtından soğuk soğuk terler dökerek ve kendine gelmeye çalışarak bir süre yürür. Arkasını döndüğünde o kara koncolozun orada olmaması için dua eder. Ve evet arkasını dönüp baktığında kadın orada değildir. Rahatlayarak yürümeye devam eder. Ama bir süre sonra bir tuhaflık olduğu duygusuna kapılır. Şehirde her şey yerli yerinde durmasına rağmen bir eksiklik vardır. “Ürperti” diye tarif eder hissettiğini “kendini yavaş yavaş hissettiren bir tuhaflık”. Sonunda eksikliğin ne olduğunu anlayacaktır. Etrafta hiç kadın yoktur. Daha doğrusu dişi cinsinden herhangi biri. Ne babasına söven, Amerikan filmi kahramanlarına özenmiş dövmeli genç kızlar, ne kocasıyla düğünden dönen, ne sessizce dedikodu yapan kadınlar… hiç biri yoktur. Kız yurtlarının çevresinde dolanır, insana yaşama sevinci veren güzel yüzlü boncukçu kızı aranır, nefis pastalar, aromalı kahveler yapan Sevim teyzenin dükkânına bakınır. Hayır. Hiç biri olmaları gereken yerde değildir. Boncukçu kızın yerinde boncuk gözlü bir ayı, zarif parmaklı Sevim teyze’nin yerine dolma parmaklı adamlar vardır. Her şey kaba saba ve sevimsizdir. Yerler izmarit ve balgam doludur.
Ama asıl kederi kendi evine dönüp koca cüsseli bir ayı gibi salona sere serpe yerleşmiş, geğiren ve çakıyla tırnaklarının arasını temizleyen babasını gördüğünde, annesinin hiç olmadığını öğrendiğinde yaşayacaktır.
Yazarımızın kadın erkek imajlarındaki cinsiyetçi kodlamayı bir kenara bırakırsak genç kahramanımızın hüznünü hissetmemek mümkün mü?
Tarkan Barlas’ın yazdığı bu hikaye kitaptaki en çarpıcı hikayelerden biri değil belki. Yine de aklıma takılıyor. Bir süre düşündükten sonra neyin tuhaf geldiğini anlıyorum. Çünkü ben - ve sanırım pek çok hemcinsim- etraftaki kadınların varlığına rağmen genç kahramanımızın kara koncolozla karşılaştıktan sonra içine düştüğü evrende yaşıyoruz hep. Yakınımızda duran, eğitimli, ehlileşmiş, yatağımıza aldığımız, masalarımıza buyur ettiğimiz güzel adamların varlığı bile o tehditkar ve talepkar erkek aurasını yok etmeye yetmiyor. Çakıları, bıçakları, koca penisleri ve yumruklarıyla gece ve gündüz her yerde, işyerleri ve evlerde, sokakta ve rüyalarımızda en karanlık kabuslarımız olarak duruyor ve en küçük arzularımızı bile marjinal talepler haline getiriyorlar. En şanslılarımızın bile içinde yaşadığı koordinatlar belli. Dayak, tecavüz ve ölüm. Doğanın saf halinin hoyrat gerçekliğinden fazlası var medeniyet dediğimiz hayatlarımızda. Ölümden, hastalıklardan, bir tepeden düşmekten, bir aslanın keskin dişlerinden fazlası, insan ruhunun kaotikliğinden daha önemli dertlerimiz var.
Neyse, galiba kitap değerlendirmesinin ötesine geçtim.
O yüzden ben olsaydım bu hikayeyi şöyle yazardım: Genç bir kadın bir sabah uyanırdı ve …..
Genç bir kadın bir sabah uyanır. Mevsim yazdır. Aralık pencereden yüzüne çarpan ılık sabah rüzgârının tadını çıkarır. Çarşafa değen çıplak bedenini keyifle salınarak döner. Sevgilisi yanında değildir. Pek dert etmez. Böyle şahane bir geceden sonra hiçbir erkeğin kolayca uzaklaşamayacağından öyle emindir ki adamın yokluğu üzerine düşünmeyecektir. Sonra yabancı birinin vücuduna bakar gibi çarşafı kaldırıp kendini inceler. Göğüs uçları uyku aralarında da devam ederek sabaha kadar süren sevişmelerini unutamamış gibi hala dipdiridir. Küçük dolgun göğüslerine, seksi bir kavis yapan küçük göbeğine, uzun ince bacaklarına gurur duyarak bakar. Elini hala sımsıcak bacak arasına sokar. Tüylerini çocuksu bir keyifle kaşır. Bacaklarına koltukaltlarına özenle ağda yaptırmış, bıyıklarını iple aldırmıştır ama bacak arası tüylerini sadece bir makasla üstten kesmiştir. Tüysüz, bebeksi, pürüzsüz bedeninin bir ormanın içine gizlediği yetişkin kadınlığı. Bacak arasına ağda yapan kadınları her zaman zavallı bulmuştur. Bütün bunları düşünürken birden bir tuhaflık olduğu duygusuna kapılır. Uyandığından beri evde hiç ses duymadığını fark eder. Banyoda duş alan ya da işeyen bir erkeğin sesi yoktur. Sifon sesi, çeşme sesi yoktur. Mutfakta kendine kahve yapan bir erkek de yoktur. Tezgaha çarpan bardak, kaynayan kettle, ocağın çıtlayan çakmağı, parkede ayak sesi… yoktur. Yataktan çıkıp külotunu giyerken markete gitti herhalde diye düşünür pek de kendini ikna edemeden.
Çıplak vücudunun her adımından keyif alarak ve her an şaşırtıcı bir sürprizle karşılaşmayı umarak evin içinde dolaşmaya başlar. Yani sevgilisi birden banyodan çıksa, onu banyonun soğuk sert duvarlarına hoyratça dayasa ve donunu…. Hayallerini yarıda keser, içi gıcıklanarak “kaltak” der kendi kendine “doyamadın bir türlü”
Mutluluk duygusu ve yüzündeki gülümseme gitgide silinmeye başlar. Kötü bir şakanın içinde olduğu duygusuna kapılır. Çünkü sevgilisinden hiçbir iz yoktur. Ayakkabısı, çakmağı, ceketi, diş fırçası vs. hiçbir şey yoktur. En son kendini banyonun zeminindeki kılları inceler bulduğunda kesin olarak bir terslik olduğunu anlar. Ama neden? Şimdiye kadar deliliğine dair hiçbir emare yoktu. Üstelik ilk dün gece birlikte olmadılar ki altı aydır birlikteler Hasan’la. Neden gitsin ve neden arkasında iz bırakmamaya bu kadar uğraşsın?
Hemen Füsun’a telefon açmaya karar verir. Ne de olsa dün gece Hasan’la onu eve o bıraktı arabayla. Belki bir şeyler biliyordur.
-Aloo Füsun.
-Merhaba Hayatım. Hayırdır sabah sabah?
-Sana çok saçma bir şey sormak istiyorum. Gülmek yok ama.
-Peki sor. Merak ettim.
-Dün gece Hasan benim evde kalmadı mı?
Füsun uzun bir süre sessiz kalır. Telefonda bile hissedilen bir gerginlik.
-Füsun? Orada mısın?
-Evet buradayım… Bak canım, sakın paniğe kapılma olur mu? Ben hemen geliyorum. Ama sen ben gelmeden giriş kapısının yanında duran sarı dolabı aç. Orada mavi haplar var. Bir tane al hemen.
-Eğer bu bir şakaysa berbat bir şaka Füsun. Sana ciddi bir şey sordum.
Bu arada yine de merakına yenik düşerek koridora doğru çıkar. Kapının yanındaki küçük sarı dolabı görünce bir dehşet duygusu dalga dalga tüm organlarını kaplar.
-Füsun ne oluyor?
-Canım geçici bir şey yaşadığın. Büyük mucizeden sonra bazı arkadaşlarımız böyle krizler yaşadılar maalesef. Klinik ismi penis humması. Erkekler yeryüzünden silince… yani tabi binlerce yıllık alışkanlık beş yılda kolay geçmiyor. Ama artık hepimizin bildiği basit bir masaj hareketiyle geçiyor. Bak şimdi yere uzan, bacaklarını kendine doğru çekerek hafifçe arala… ya ne diyorum boş ver. Ben hemen geliyorum. Ben yaparım sana. Sen hapı al yeter.
Bir takım resimler dolanmaya başlar genç kadının kafasında. Ölü erkek görüntüleri. Evlerin salonlarında, banyolarında, sokak diplerinde, holdinglerin toplantı odalarında, merdivenlerde, asansörlerde grup grup ölen adamlar. Hızla yayılan bir virüs. Televizyondaki o şaşkın ses. Artık ölmek için birbirlerini vurması gerekmeyen, ellerinde silahlar oracıkta ölen adamlar. Tuhaf bir şekilde sona eren savaşlar. Bu kafamı karıncalandıran görüntüler ne? Füsun doğru söylüyor olabilir mi?
Uzaktan hala Füsun’un sesi gelirken tıpkı filmlerdeki gibi telefonu elinden düşürür. Bir uyurgezer gibi üzerine bir şeyler geçirir. Ayakkabılarını giyip dışarı çıkar.
Bir an alışkanlıkla asansöre yönelir ama artık orada asansör yoktur. Bütün olanlardan sonra buna çok fazla şaşırmaz. Eli mahkum katları tek tek inecektir. Ama inmeye başladığında bir kat sonra kendini sokakta bulur. İyice delirdiği duygusuna kapılır. Çünkü yaşadığı ev sandığı gibi yüksek bir bina değildir, iki katlı mütevazi bir yerdir.
Sokakta yüksek binalar vardır ama hepsi de terk edilmiştir. İki katlı ve tek katlı evlerdeki canlılık ise hemen gözüne çarpıyordur. Sonra dikkatini çekecek olan ise evlerin çoğunun kapısının açık olduğudur.
Birden köşedeki bakkalı fark eder. Yakup abinin dükkanı. Ama o daha çok Yakup’un sırnaşık oğlu Gürsel’i hatırlayacaktır. Küçükken annesi onu bakkala gönderdiğinde bir yandan o gıcık oğlanı görmek isteyip bir yandan ondan nefret edişini çocukluğunun sadece kendisine sakladığı pis kokulu bir anısı olarak hatırlar. Gazete kağıdına sardığı peyniri uzatırken eline illa da dokunuşunu, pervasızca yeni yeni çıkmaya başlamış olan göğüslerini inceleyişini bundan hem hoşlanıp hem sinirlenişini… Ama şimdi bunların hiçbir önemi yoktur. Yakup’u ve Gürsel’i görürse Hasan’ı bulma umudu da artacaktır. Vücudunu koklar. Hasan’ın kokusu hala üzerindedir. Sanki erkekler hep aynı kokuyorlar der kendi kendine gülümseyerek.
Bakkalın önünde 2-3 kız çocuğu top oynamaktadır. Bir rahatsızlık hisseder bu manzaradan. Hava sıcak olduğu için kızların üzerine hafif tiril tiril kısa etekler, şortlar vardır. Hatta kızlardan biri sadece poposunu zar zor kapatan ince beyaz bir tişört giymiştir. Kızı hemen eve yollayıp üstüne bir şeyler giymesini söylememek için kendini zor tutar.














Yorumlar