top of page

Eski Dünya Hikayeleri / E La Nave Va... - dördüncü bölüm

Güncelleme tarihi: 7 Tem

Şairin dediği gibi;
Bütün eve dönmek isteyenlere...

Bilge girişteki büyük kapıyı hiçbir zaman kullanmazdı. Bahçe yolundan geçip sağ tarafa yönelir, yandan terasa çıkan merdiveni tırmanırdı. Bu merdivenden ev halkı çok ender olarak bahçeye inmek için faydalanırlardı. Genellikle bu iş için mutfak kapısı kullanıldığından bu teras merdiveni sanki Bilge’ye ait bir giriş gibiydi. Akşamüstü aniden terastan salona açılan camlı kapının önünde belirir, babaannesini korkuturdu. İki amcası da ona sokak kapısını kullanmasını, böyle kimseye görünmeden eve girmemesini söylerlerdi ama Bilge, Bilge olduğu için laf dinlemezdi. Gerçi Barış, Bilge’yi bu evde öylesine az görmüştü ki, böyle bir anısı hiç yoktu ama Zehra anlatırdı sık sık bu hikayeyi. 

e la nave va
Bilge ve Barış Tabut Başında

Bu sefer de merdiveni tercih etmişti anlaşılan çünkü annesi ikisini terasta yalnız bırakıp mutfağa gittikten bir süre sonra Barış’ı elinden tutarak salona adımını attığında, başlar şaşkınlıkla ona döndü. Besbelli kimse geldiğini görmemişti. Sakin bir tavırla babaannesinin oturmakta olduğu koltuğa yürüdü. Barış salonun çeşitli yerlerinde mırıl mırıl konuşmakta olan insanların susarak ona baktıklarını hissetti. Yaşlı kadının yanına gelince hafifçe eğilip elini tuttu ama kadını öpmedi.

“Başın sağolsun.”

Babaannesi tek söz etmeden başını sallayıp tekrar ağlamaya başladı. Bilge elini çekti. Bir an sanki ne yapacağına karar veremeden kadının başında dikildi sonra arkasını dönüp kapıya yöneldi. Amcaları Sedat kapıda belirdiğinde salonun ortasına gelmişti. 

“Oooo…!” dedi amcası yüksek sesle. “Bakın kimler gelmiş?”

Bilge ses çıkarmadan duruyordu. Sanki amcasının kim olduğunu çıkaramamış gibi ifadesiz bir yüzle bakıyordu adama. Sedat amca ikisi neredeyse burun buruna gelene dek Bilge’ye doğru yürüdü. 

“Seni bulana kadar kırk yeri aramak zorunda kaldık, haberin var mı? Aylardır ne aradın ne sordun adamı. İyi bari, cenazesine gelebildin.”

“Çekil önümden,” dedi Bilge, konuşsa ölmüş babasının çıkaracağına benzeyen bir sesle.

“Şu haline bak,” diye sürdürdü Sedat amca aldırmadan. “Şu kıyafetine, üzerindekilere bir bak. Baban öldü diyoruz, bu kılıkla mı geliyorsun? Ama hata gene abimde. Sana ne saygı, ne bişey öğretmedi.”

Babaannesi artık çocuk gibi yüksek sesle ağlıyordu. Salonu dolduran konuklar tedirgin ve sessiz, okulda Barış’ın arkadaşlarının azarlanan bir çocuğu izledikleri gibi izliyorlardı ablasını. Geldiğinden beri elinden düşmeyen telefonun tuşlarına basarken arkasını dönüp, 

“Git de, hiç değilse şu salkım saçak saçlarını bir topla,” dedi amcası. “Yoksa cenazeye falan katılmıyorsun.”

Zaten solgun yüzünden bütün kan çekildi Bilge’nin. Gözleri kısıldı. Zehra demişti ki, Bilge küçükken çok kavgacı, çok öfkeli bir çocukmuş ve bazen hırlarmış öteki çocuklarla dövüşürken. “Tıpkı bir kaplan gibi,” demişti Zehra. “Tıpkı dişlerini gösteren bir kaplan gibi.” Barış’a ablası hırlıyormuş gibi geldi.

“Siktir git,” dedi Bilge berrak bir sesle.

Sedat amca kulağına götürmek üzere olduğu telefonla taş kesilmiş gibi kaldı. 

“Ne dedin sen?”

“Dedim ki, sik-tir-git.”

Sonra her şey öyle hızlı oldu ki, Barış çok iyi takip edemedi. Mesela amcasının Bilge’yle arasındaki 3-4 adımlık mesafeyi alışını görmüştü ama telefonu ne yaptığını görememişti. Cebine mi koymuştu? Düşürmüş müydü? Ve gene Sedat amcanın sanki başka birine aitmiş gibi gelen bir sesle, 

“Seni terbiyesiz! Seni soysuz!” diye bağırdığını duymuş, koca elini kaldırdığını görüp Bilge’ye vuracağını düşünerek korkmuştu. Peki nasıl olmuştu da yere düşen gene amcası olmuştu? 

Şimdi gerçekten de kaplana benzeyen Bilge adamın tepesindeydi. Ayağını terleten koca botunu kaldırıp kaldırıp onun midesine gömüyordu. Hiç ses çıkarmadan amcasının ağzından kan sızdırana dek vurdu, vurdu, vurdu. Babaannesi çığlık çığlığa bağırıyordu ama sesi yok olmuş gibi, nerden bulduğu bilinmez bir güç ve öfkeyle kendisinin iki katı bir adamı tekmelemekte olan genç kadını kocaman açılmış gözlerle izleyen insan topluluğunun üzerinde hiçbir etkisi olmuyordu. 

Sonunda Bilge’yi durduran bembeyaz bir yüzle alt kattan koşup gelen arkadan kollarına ve gövdesine sarılan annesi oldu.

“Bilge, Bilge, Bilge,” diyordu tekrar tekrar, onu sürükleyip adamdan uzaklaştırırken. 

Salondan terasa açılan kapının önüne geldiklerinde kızı terasa doğru hafifçe itti ve geri dönüp hala şaşkınlık içinde duran kalabalığa,

“Biriniz kaldırın şu adamı yerden,” dedi.

Ancak o zaman üzerlerindeki sihir kalkmış gibi insanlar hareketlendi. Kimi yerde iki büklüm duran Sedat amcaya, kimi de bir sandalyeye yığılan babaanneye yöneldi.



*******


Caminin önüne geldiklerinde annesi babaannesini kolundan tutup arabadan inmesine yardım etti. Babaannesi artık ağlamayı tamamen kesmişti ama hasta görünüyordu ve annesi iki koluyla ona destek olmasa ayakta duramayacak gibiydi. 

“Barış, bak, Bilge orada. Git ve onun yanından ayrılma, tamam mı hayatım?”

Camiin küçük bahçesini bile doldurmayan az sayıda insanın arasından geçerek Bilge’nin yanına seğirtti. Öyle tek başına dikiliyordu ablası. O da gidip ses çıkarmadan yanında durdu. 

“Görüyor musun Barbar, saatlerine bakıyorlar...”

Görüyordu. Evet, saatlerine bakıyorlardı. Zehra’nın seyretmeyi çok sevdiği macera filmlerindeki adamlar gibi bakıyorlardı saatlerine. ‘Göz ucuyla’ diye açıklamıştı Zehra. Çünkü partideki – daima bir parti olur macera filmlerinde – öteki insanların bilmediği, sadece bir iki kişinin bildiği bir plan vardır ve bu bir iki kişi saatlerine bakarak ne zaman kaçarlarsa bombadan kurtulacaklarını ya da kötü adamı hangi anda yakalayacaklarını anlamaya çalışırlar ve bunu yaparken kimsenin kendilerini görmelerini istemezler. 

“Burda bomba yoktur ki...”

Güldü Bilge. 

“Bunu bilemeyiz, di mi?” 

Geldiği gibi gitti yüzündeki gülümseme. 

“Daha ne bekliyoruz ki?” diye söylendi sabırsız, sıkıntılı bir sesle. Sonra eliyle cebini yoklayıp buruşuk bir paket çıkardı. İçinde hiç sigara kalmadığını fark edince de alçak sesle bir şeyler mırıldandı. Herhalde küfrediyordu. “Barış’ın yanında küfretme hiç değilse,” demişti Zehra. Babası Zehra’nın küçükken Bilge’ye büyü yaptırmış olması gerektiğini, dayakla bile uslanmayan bir kıza her dediğini yaptırmasının başka türlü açıklanamayacağını söylerdi. Barış da buna inanıyordu. Zehra tek başına bir odaya çekilip yere ufak bir örtü serer ve diz çöküp kalkarak, başını sağa sola çevirerek bir şeyler mırıldanır, bazen de elindeki boncukları çıt çıt çıt birbirine vurdurarak gözleri kapalı hafif hafif sallanırdı. Bunu yapan başka hiç kimseyi görmemişti. Zehra iyi kalpli bir büyücüydü. 

“Sen hiç bir yere kımıldama. Ben sigara alıp geliyorum. Anlaştık mı?”


Bir süre yerinden kımıldamamak için elinden geleni yaptı. Bilge’nin uzaklaşmasıyla etrafındaki boş alan istilaya uğramıştı. Bazıları yanaşıp beceriksizce başını okşadı, bazıları da yanına kadar gelip sanki orda değilmiş gibi kendisi hakkında konuştular; 

“Bu ikinci evliliğinden olan di mi?” 

“Pek de küçükmüş daha.” 

“Annesi Türk değil di mi bunun?”

“Değilmiş, ama konuşmasından hiç belli olmuyor.”

“Ne zaman boşandılardı?”

“Çok oldu, bu daha bebekti…”

Barış bazen yetişkinlerin çocukları sağır zannettiklerini düşünüyordu. Biraz ilerleyerek kendine daha az göze batacağı bir yer aradı. Bahçenin kenarına, parmaklıklara doğru yürüdü. Yaklaştığında bahçenin o noktada bitmediğini, dar bir aralıktan ikinci bir alana çıkıldığını fark ederek oradan ilerledi. Bu alan diğerinden daha küçük ve neredeyse bomboştu. 


Sadece kendi boyu yüksekliğinde bir taşın üstünde duran bir tabut.


Tabutun üstünde Arapça harflerle bezeli yeşil bir örtü ve örtüye iğnelenmiş küçük beyaz bir kağıt vardı. Daha yakından bakmak için ilerlediğinde taşın diğer ucunda yere çömelmiş oturan bir adam gördü. Adam sigara içiyordu. Bir an sessizce bakıştılar.

“Sen oğlu musun?” dedi adam.

Ses çıkarmadan ve kıpırdamadan durdu.

“Söyle bakayım, oğlu musun? Barış mısın sen?”

Adam oturduğu yerden doğrulurken sebebini bilmediği bir ürküntüyle geriye doğru bir kaç adım attı. Keşke o geveze kadınların yanağını makaslayıp başına vurarak konuşmalarına katlansa ve buraya hiç gelmeseydi. Ya da daha sabah, onu yatağından çıkardıklarında karnının ağrıdığını, dişinin ağrıdığını, hasta olduğunu söyleseydi. Burada olmak istemiyordu, ‘koca delikanlı’ olmak istemiyordu, bu sakallı, pis gömlekli, koca elli adama, evet, oğlu olduğunu, Barış olduğunu söylemek istemiyordu. 

“Dur hele, nereye?” dedi adam.

Birkaç adım daha geriledi, arkadan gelen birine çarparak korkuyla geri döndü ve Bilge’yi gördü. Kız bir şey söylemeye fırsat bulamadan, bacaklarına sarılarak, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bilge onu kucağına aldı, saçları ve ceketi ıpıslak olana dek, bir kaç saat önce annesinin Bilge’yi tuttuğu gibi sımsıkı tuttu, kendi vücuduyla birlikte sağa sola salladı. 

Sonra kendisi hala Bilge’nin kucağında, tabutun yanında durdular. 

“Bu etiketin üzerindeki benim soyadım.”

“Evet. Senin, benim ve babamızın soyadı.”

“O da babamın adı mı?”

Bilge başını salladı.

“Babam burda mı şimdi?”

“Hayır.”

“Neden adı yazıyor peki?”


Cevap vermedi Bilge. Gözleri, babasının adının ve kendi soyadının yazılı olduğu beyaz kağıtta, kucağında Barış’la öylece durdu.


Yorumlar


Top Stories

Yeni yayınlanan hikayelerden ve yazılardan haberdar olmak için abone olun.

şebnem vitrinel sosyal medya hesaplarını takip etmeyi unutmayın

bottom of page