top of page

Eski Dünya Hikayeleri / E La Nave Va... - üçüncü bölüm

Güncelleme tarihi: 7 Tem

Şairin dediği gibi;
Bütün eve dönmek isteyenlere...

Yılbaşında eve geldiğinde neredeyse beline dek uzanan kızıl kahve saçları şimdi omuz hizasındaydı. Kısa kesildiğinde hep olduğu gibi, uçlarına doğru hafif, güneşte yanan bukleler oluşmuştu. Gene şu tuhaf kokulu açık kahverengi ceketini ve solmuş kot pantolonunu giyiyor, annesinin habire söylenmesine neden olan filtresiz sigaralardan birini içiyordu.


Genç Bilge evin balkonunda duruyor ve ölüp gitmiş babasını düşünerek sigara içiyor.
Balkonda Bir Kız

Babası söylenmezdi Bilge sigara içiyor diye. Dalga geçerdi yalnız, “On üç yaşından beri tiryaki, hala doğru dürüst içmeyi öğrenemedi,” diye. En çok da, Bilge susmamacasına konuşurken küçülen sigarasının ucu parmağına değdiğinde ya da yazı yazarken ağzındaki sigara ile kâküllerini yaktığında söylerdi bunu. 


Günışığını pırıl pırıl yansıtan gümüş çakmağıyla yeni bir filtresiz yakarken uzun parmaklı, narin elleri hafifçe titredi. Her zamanki gibi, sigaranın dumanından korumak için ela gözlerini kırpıştırdı ve gene titreyen eliyle, yüzüne düşen kakülleri boş yere geri atmaya çalıştı. O solgun tenli el, ancak terasın alçak duvarına yerleşip, üzerine Barış’ın annesinin bakımlı eli kapandığında biraz sakinleşmiş göründü. 


Sırtını teras duvarına dayayıp Bilge’nin ayaklarının dibine oturdu. Annesinin onu uyarıp yerden kaldırmasını bekliyordu ama her nasılsa pantolonunun tozlanması artık önemsiz bir konu haline gelmiş gibiydi. Ablasının ayakkabılarına baktı. Kendisinin de tıpkı bunlara benzer botları vardı ama sadece kışın giyiyordu. Yazın, ya şimdi olduğu gibi bağcıklı kumaş ayakkabılar ya da sandalet giyiyordu. Elini uzatıp botların bağcıklarını çekiştirdi. Bilge ona bakınca, 

“Ayakların terlemiyor mu bunlarla?” diye sordu.

“Terliyor.”

“Niye sen de terlik giymiyorsun annem gibi?”

Annesinin simli iplerle işli, siyah şık terlikler içindeki, küçük beyaz ayaklarına bakıp geldiğinden beri ilk kez gülümsedi Bilge.

“Senin annendeki ayak bizde ne gezer Barbar? Ben bu gerilla ayaklarıma terlik giyip gelsem, babaannem köşkünün asaletini sarstığımı düşünür, kapı dışarı eder beni sonra.”


İki kadın gülünce bir şey anlamasa da o da güldü. Eli botun üstünde, başını Bilge’nin bacağına dayayarak oturmaya devam etti. Annesi ve Bilge bir süre hiç konuşmadan terasın bitiminde uzanan bahçeyi seyrettiler. Barış oturduğu yerden göremiyordu ama bakımı biraz ihmale gelmiş olan bahçenin nasıl göründüğünü gayet iyi biliyordu. İki yaz önce, beklenmedik bir şekilde köşke babasını görmeye geldiğinde bu bahçeyi Barış’a vermişti Bilge. Hem de her şeyi! Sadece Bilge’ye ait olan ve girmesine hiç izin verilmeyen ‘Eski Periler Evi’ni bile. Eski Periler Evi, pek çoğunun camları kırık, bir sürü küçük pencereden yapılmış bir evdi. Pek de yüksek olmayan çatısı bile bu küçük pencerelerden oluşuyordu. Bazı yerlerde kırık camların yerine şeffaf naylonlar gerilmişti. Bilge bunun gerekli olduğunu, çünkü perilerin, özellikle de bebek perilerin büyüyüp yaşayabilmek için ışık yemek zorunda olduklarını söylemişti. O yüzden de evlerini hep böyle her tarafı ışık içinde olacak şekilde yapıyorlardı. İçerde ise ölmüş ve çürümüş bitkilerin kalıntıları ile kaplı, sıra sıra giden, toprakla dolu tahta kutular vardı. Bunların da bir kısmı kırılmış, tahtaları yerlere saçılmış durumdaydı. Bilge eskiden, yani periler cam evi terk etmeden önce işte buralara, kendilerine koskocaman gelen yaprakların altında yataklar yaptıklarını, bahçeden topladıkları küçük hazineleri taşıdıklarını, birbirlerine bazen eğlenceli, komik, bazen de korkutucu hikayeler anlattıklarını ve daha bir yığın, periler gündüz ve gece vakti hangi esrarengiz işlerle uğraşıyorlarsa o türden işlerle uğraştıklarını açıklamıştı. Belki biraz araştırırsa o saklı eşyaların bazılarını bulabilirdi. Ve tabii, Eski Periler Evi’nin arka tarafında bir girintiye serili duran ve Barış kadar minik bir çocukken Bilge’nin üzerine oturup resimler boyadığı ve ‘roman’ yazdığı minderler de artık Barış’ın olmuştu. Çok sevinip heyecanlanmakla birlikte yine de sormuştu;

“Neden bahçeyi bana veriyorsun?”

Kız önce kirli camların ardında uzanan bahçeye sonra da Barış’ın kocaman, masmavi gözlerine bakmıştı. 

“Artık bahçeye sahip çıkabilecek kadar büyüdün. Biliyorsun yapılması gereken pek çok iş var burada.”


Ciddiyetle başını sallamıştı. Kışın buraya geldiğinde, hele de kar yağıyorsa kuşları besleyecekti, yazları ise arada bir karıncalara ve diğer böceklere kırıntılar verilmeliydi. Yoksa tüm yazı çalışarak geçirmeleri gerekiyordu ve yazın çalışmak iğrençti. Gücenmesinler diye ağaçların meyvelerinden yemek, kaplumbağaları, küçük havuzun içindeki kurbağaları ve çalıların arasında gezinen o korkunç kirpileri korumak da işlerinin arasındaydı. Ve tabii, diğerleri ile birlikte gitmeyerek bahçede kalan, bir yerlere gizlenmiş perilerle ilgili ipucu aramayı da ihmal etmemesi gerekiyordu. Bu sonuncusu özellikle önemliydi. “Tek başına kalmak boktan bir durumdur, Barbar. İnsanı da yorar, periyi de.” 

“Ve bir de,” diye eklemişti Barış’ın elini tutarak, “Ben buralarda olmayacağım bir süre. O yüzden sen almalısın bahçeyi.”

“Bu sefer nereye gidiyorsun?”

“İngiltere’ye.”

“Uzun sürecek mi?”

“Bilmiyorum.”

“Belki annemle ben gene seni görmeye geliriz. Hani Ankara’ya gelmiştik.”

“Tabii ki. Ben de sizi görmeye gelirim.”

O gün Bilge babasıyla da oturmuştu biraz cam evde. Barış da yanlarına gitmek istemiş ama Zehra izin vermemişti. Neden izin verilmediğini anlamamıştı çünkü mutfak kapısının önünde oturduğu yerden onları görebiliyordu ve ikisi hiçbirşey konuşmuyorlardı. Bilge yüzünü tahtadan yapılmış peri yataklarına çevirerek oturmuş, habire sigara içiyordu ve babası da yan dönmüş ona bakıyordu ama konuşmuyorlardı. Sonra Bilge kalkıp gitmiş, babası karanlık çökene dek orada oturmaya devam etmişti. Zehra o zaman bile Barış’ın oraya gitmesine izin vermemişti. Neyse ki artık kendisine aitti ev. 


***


“Cenazeye yetişemeyeceksin diye korkuyordum,” dedi annesi.

Bilge sigarasından son bir nefes çekip izmariti duvarın üstünde söndürdü.

“Aslında iki gündür İstanbul’dayım,” dedi. “Halletmem gereken bir iki şey vardı, sonra hem sizi hem de babamı arayacaktım.”

Konuşurken kadının yüzüne bakmıyor, Barış’ın bir türlü göremediği perileri arar gibi ısrarla ağaçları gözlüyordu. 

“Dün gece,” dedi, “Sedat’ın karısı arayıp, haber verdi.”

“Nerden biliyordu burada olduğunu?”

“Bilmiyordu. Babamda Londra’daki numaram varmış anlaşılan, durumu anlatınca ev arkadaşım söylemiş burada olduğumu. Ama kaldığım yerin telefonunu nerden öğrendi onu bilmiyorum”

“Kötü haber verme fırsatı bulunca yengeyi hiçbir şey durduramaz,” dedi Barış’ın annesi.

“ ‘Keşke gelir gelmez uğrasaydın,’ demeyi de ihmal etmedi.” 

“Bitch!” dedi annesi. Ana diline döndüğüne göre, kötü bir şey söylemişti herhalde.

“Hiçbir şey fark etmezdi,” dedi sonra. “Son bir aydır…” Durup Barış’a doğru baktı. “Çok iyi değildi,” dedi. “Büyük ihtimalle, burada olsan bile tanımayacaktı seni.”

Bilge başını salladı sonra ayağının dibinde oturan Barış’a seslendi.

“Zehra nerede?”

“Mutfakta. Yaşlı kadınlara çay veriyor.”

Bilge yere, onun yanına çömeldi.

“Okul nasıl gidiyor peki? Yılbaşında geldiğimde hala okuyamıyordun doğru dürüst.”

Barış omuzlarını silkti. 

“Sana çekmemiş,” dedi annesi. “Artık okuyabiliyor ama sevmiyor pek.”

“Aman, bırak sevmesin,” dedi Bilge. “Okuma,” dedi Barış’a dönüp. “Top oyna, arkadaşlarınla dövüş, sokaklarda gez.”

“Bilgisayar oyunlarım var,” dedi Barış.

“Hah, tamam işte! Bilgisayarla oyna. En güzeli.”

“Aferin Bilge! Tam da buna verilecek öğüt!” diye söylendi annesi. Bilge göz kırptı Barış’a. 


Yorumlar


Top Stories

Yeni yayınlanan hikayelerden ve yazılardan haberdar olmak için abone olun.

şebnem vitrinel sosyal medya hesaplarını takip etmeyi unutmayın

bottom of page